Doğanın Dili
Tolstoy, çağımızı özetlemiş; “Yiyordu, içiyordu, uyuyordu, uyanıyordu; ama yaşamıyordu.”
İnsanoğlunun en büyük zaafı, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanması. Hatta bütün yiyecekleri, hayvanları ve doğayı kendine sunulmuş bir nimet olarak görmesi. İnsan, evren dediğimiz bütün içerisinde, kendini diğer canlılardan ayrı tutuyor. Çevreyi istediği gibi kullanıyor, yıkıyor, yok ediyor. Halbuki insanoğlu bu evrende zincirin sadece küçük bir parçası. Bunu reddederek aslında kendisine bir hapishane yaratıyor. İnsanoğlunun ekosisteme verdiği zararın etkilerinin çoğu artık geri çevrilemez bir hal almaya başladı. Bir an önce aşırı tüketim hastalığından kurtulup gerçeklerin görülmesi gerekir. İnsan ne kendini ne doğayı iyi tanıyor. En azından doğayı tanıtacak temel ve uygulamalı eğitimler verilmesi gerekir. Bunun yolu küçük yaştan itibaren çocuklara hem evde hem okulda ekolojik okuryazarlık eğitimi vermekten, doğanın dilini aşılamaktan geçmektedir.
Bir cebimizi gıda endüstrisi boşaltırken, diğerini ilaç sanayisine bağışladık.
İhtiyacımızdan fazla olan her şey zararlıdır. Fazla güç, fazla dinlenmek, fazla yiyecek, fazla üzüntü, fazla korku, fazla sakinlik, fazla öfke, fazla neşe, fazla nefret, hatta fazla iyi niyet…yaşamın özü ve şifası, dengede kalabilmektir. Bütün bunların yanında dünya nüfusunu beslemek gittikçe zorlaşıyor. Ekilebilir topraklar ve ormanlar azalırken dünya nüfusu hızla artıyor. Günde yaklaşık 360 bin kişi doğuyor,150 bin kişi ölüyor. Dünyaya ne kadar zarar verdiğimizi bilmeden bilinçsizce çoğalıyoruz. Her sene dünya nüfusuna 76 milyondan fazla kişi ekleniyor. Dünyanın bu olumsuz gidişatı kaldırması mümkün değil. Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır. Fakat insan, doğanın acısını duymaz, toprağın yok olduğunu görmezse kendi sonunu hazırlıyor demektir. Hızla modernleştiğimiz bu çağda sağlıklı beslenme pek çoğumuzun sınıfta kaldığı bir ders haline gelmiştir. İnsanlık tarihinde, beslenmedeki değişikler hiçbir zaman son zamanlardaki kadar hızlı olmamıştır. Bu bağlamda, son dönemlerde sıklıkla tükettiğimiz paketli ürünler vasıtasıyla vücudumuza aldığımız birçok gıda katkı maddesi var. Vücudumuzu daha önce hiç alışık olmadığı maddelerle dolduruyoruz ve bu sorun, işlenmiş gıdalar daha yaygın hale geldikçe her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Bir cebimizi gıda endüstrisi boşaltırken, diğerini ilaç sanayisine bağışladık.
Gıda endüstrisi yalnızca yediklerimize müdahale etmiyor, aynı zamanda nasıl yiyeceğimizi de belirliyor. Küreselleşme, beraberinde pek çok değişimi ve sorunları da getiriyor. Tüm dünyada batı tarzı beslenmenin hegemonyası var. Bu beslenme tarzının en önemli özelliği, yediklerimizin bizi daha çok acıktırması ve yeniden yeme isteği uyandırması. Ülkemizde son yıllarda yeme-içme kültürü gerçekten zor bir dönem geçiriyor ve hızlı dönüşümler yaşıyor. Modern yaşamın hızla yok etmeye başladığı eskinin güzel yemek kültürü bütün baskılara rağmen birkaç esnaf lokanta-restoranda yaşamaya devam ediyor. Zengin mutfak kültürümüzü yaşatabilmek, ancak genç kuşakların adet ve törelerimize önem vermeleri, incelemeleri ve uygulamaları ile mümkündür. Oysa, günümüzde adet ve törelerimize bağlılık ne yazık ki, gittikçe azalmakta, bazı gençler önemli günler ve olaylarla (doğum, ölüm, bayram, ramazan vs.) karşılaştıklarında neyin nasıl ve neden yapıldığını bilemeyerek sıkıntı çekmekteler. Herkesin anneannesinin, babaannesinin ölümü, ne yazık ki manilerin, ninnilerin, türkülerin ölümü gibi, mutfak birikiminin de kaybolup gitmesi anlamına geliyor.